24 Haziran 2016 Cuma

HİPERTANSİYON'DA BESLENME



Hipertansiyon ; Yani yüksek tansiyon, kan dolaşımı için damarlarımızda gerekli olan kan basıncının normalden fazla olmasıdır. Yüksek tansiyon ülkemizde her üç kişiden birinde görülen önemli bir sağlık sorunudur. Tedavi edilmediğinde; kalp yetmezliği, kalp büyümesi, damarlarda daralma, felç, böbrek yetmezliği ve körlük gibi ciddi sorunlara neden olur; bu nedenle mutlaka erken dönemde teşhis edilmelidir. Tansiyonunuz, 180/110 mmHg gibi çok yüksek düzeye erişmediği sürece kolay kolay herhangi bir belirti vermez. Yüksek tansiyonun en sık rastlanan belirtileri; baş dönmesi, baş ağrısı, kalp ağrısı, kulak çınlaması, nefes darlığı, çift veya bulanık görme, burun kanamaları ve düzensiz kalp atışlarıdır. 

Hipertansiyon ve beslenme

Şişman kişilerde yüksek tansiyon ortaya çıkma olasılığı normal kilolu insanlara göre 2 mislidir ve şişmanların %70’inde yüksek tansiyon görülür.Vücut ağırlığı olması gerekenin %20 üstünde olanlarda ve özellikle bel/kalça oranı istenenden yüksek olan kişilerde hipertansiyon riski çok daha fazla görülmektedir. Beslenme tarzınınsa, hipertansiyonun oluşumuna ve tedavisine etkileri oldukça açıktır. Özellikle diyetle alınan sodyum, kalsiyum, potasyum, magnezyum, yağ ve alkol kan basıncı üzerinde etkili besin öğeleridir. Öyleyse bu besin öğelerinin tüketiminde bazı noktalara dikkat etmek hem yüksek tansiyon hastaları, hem risk altındaki şişman kişiler için yararlı olacaktır;

Günlük tuz tüketimi olabildiğince azaltılmalıdır, yemeklere ayrıca tuz koymaktan kaçınılmalıdır.Kalsiyumdan zengin beslenmeye dikkat edilmelidir. Başlıca kaynak olan süt ve süt ürünleri tüketilirken yarım yağlı veya light olanların tercih edilmesiyle kalp hastalığı riskini arttırmamak da önemlidir.Potasyum alımının artmasıyla hipertansiyon riski düşmektedir. Bu alımı arttırmak için bol miktarda sebze ve meyve tüketimi gerçekleştirilmelidir.Kandaki magnezyum seviyesinin düşük oluşu da yüksek tansiyon riskini belirleyen faktörler arasındadır.Doymuş yağlardan yüksek bir beslenme tarzı da tetikleyici faktörler arasındadır. Yapılan araştırmalar da doymamış yağdan (ayçiçeği, zeytinyağı, mısır yağı gibi) zengin beslenmenin kan basıncını düşürdüğünü göstermektedir.Alkol kullanımı da özellikle kadınlarda hipertansiyona yol açmaktadır.Ekmeklerin tuzsuz olanlardan seçilmesi de günlük sodyum tüketimini büyük ölçüde azaltacaktır.
Sarımsak kullanımının da olumlu etkileri olduğu düşünülmektedir.Ek olarak balık yağı kullanımının da kan basıncının denetiminde faydalı olduğu görülmüştür.Sakatatlar, kuru meyveler, bezelye, enginar gibi sebzeler, konserve besinler, turşu, zeytin gibi yiyeceklerin sodyum oranı yüksek olduğundan tüketimlerinde dikkatli olunmalıdır.

Risk altında olabilirsiniz. Tansiyonunuzu sık aralıklarla ölçtürün.

Kaynak: Medikal akademi


17 Haziran 2016 Cuma

Obezitenin Gastrointestinal Kanser Türleri Üzerine Etkisi

OBEZİTENİN TANIMI
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) obeziteyi yağ dokusunda sağlığı bozacak ölçüde anormal veya aşırı yağ birikmesi olarak tanımlar.

Dünya Sağlık Örgütü obezite için uluslararası bir sınıflandırma geliştirmiştir:
Vücut kitle indeksi; 25-29.9 kg/m² arası fazla kilolu, 30-39.9 kg/m² arası obez, 40 kg/m² ve daha üstü ise morbid obeziteyi yansıtmaktadır. >25 kg/ m²’nin üzerindeki düzeyde aşırı kilo ve obezitenin neden olduğu komplikasyon gelişme riski artmaktadır
OBEZİTE ve KANSER
Kanser tanısı almış erkeklerde yaklaşık %3,2’si ve kadınlarda %8,8’,i artmış BKI ile ilişkilidir. Ayrıca, son kanıtlar hem obezite hem de diyabetin artmış kanser riski ile ilişkili olduğunu ve DM sıklığının giderek artmakta olduğunu göstermektedir.

 Geniş prospektif çalışmalarda meme, endometrium, böbrek, prostat ve gastrointestinal kanser (özofagus, mide, kolon) gibi çok sayıda kanser ile obezite arasında anlamlı bir ilişki olduğu gösterilmiştir.
ÖZOFAGUS KANSERİ
Obezite özofagus adenokanseri patogenezinde güçlü şekilde suçlanmaktadır. Obezite ile özofagus adenokanserinin sıklığı arasında paralellik görülmektedir. Barrett özofagusu veya intestinal metaplazi (İM) adenokanser öncüsü olarak tanınır. Barrett özofagusu olan hastalar 30-40 kat artmış özofagus adenokanseri gelişme riskine sahiptir. Barrett özofagusu olan ve özellikle uzun İM segmentleri olan Barrett’li hastalarda metabolik sendrom ve santral obezite bulunması ihtimali daha yüksektir. Barrett özofagusu ile bel çevresi artışı arasında VKİ’ne göre daha yakın ilişkili olduğu belirlenmiştir.
HEPATOSELLÜLER KANSER
Epidemiyolojik çalış- malardan elde edilen metaanalizlerde populasyondaki riskli grubun %28’inde VKİ’nin en az 25 kg/m2 olması gerektiği bildirilmiştir9 . Hepatosellüler karsinomun %30-70 gibi önemli bir kısmı kriptojenik sirozdan gelişir ve non alkolik steatohepatitin en endişe verici komplikasyonu olarak görülebilir. Non-alkolik karaciğer yağlanması İD ve metabolik sendromun obezite, tip2 DM ve dislipidemi gibi çeşitli özellikleri ile çok yakından ilgilidir.
PANKREAS KANSERİ
Pankreas kanseri riski yalnzca bir kez VKİ >30 kg/m2 olanlarda arttığı için obezite ve pankreas kanseri arasındaki ilişki lineer değildir. Son zamanlarda erişkin dönemde obez hastalarda pankreas kanseri gelişme riski obez olmayan yaşıtlarından daha yüksek ve daha erken yaşta görülmüştür.  Çalışmaların sınırlı olması nedeni ile obezite ve pankreas kanseri arasındaki ilişki doğrusal görünmemektedir.
KOLOREKTAL KANSER
Kolorektal kanserler, kanserle ilişkili ölümlerin yaklaşık %10’dan sorumludur. Erkeklerde 4. kadınlarda 3. sıklıkta görülmektedir. Epidemiyolojik çalışmalarda KRK riski abdominal obezite ve VYA ile ilişkili bulunmuştur. Bu çalışmalarda bel çevresi (BÇ), BKO ve KRK arasında ilişki olduğu gösterilmiştir3,21,22. Bu çalışmaların çoğunda BÇ veya bel kalça oranı (BKO) ve kolon kanseri ilişkisi, VKİ ile kanser arasındaki ilişkiden daha güçlü bulunmuştur.
Sonuç
obezite ile birçok kanser arasında ilişki olduğu belirlenmiştir. Obezite ile özofagus ve kolorektal kanser arasında diğer gastrointestinal sistem kanserlerine göre daha güçlü bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Obeziteyi azaltmak ve/veya tedavi etmek için gösterilen çabalar gelecekte bazı kanserlerin hem mortalitesinde hem de insidansında azalmaya neden olabilecektir.
Kaynak : Erarslan, Elife, and İlhami Yüksel. "Obezite ve gastrointestinal kanser ilişkisi."Yeni Tıp Dergisi 28.4 (2011): 203-206.

SAKIZLARIN PERİODONTAL SAĞLIĞA ETKİSİ İLE İLGİLİ LİTERATÜR TARAMASI

<<<<<<<<<<<< Sakızlar İçindeki Tatlandırıcılar <<<<<<<<<<<<<<

Tatlandırıcılar içinde ksilitol en çok dikkat çekendir ve ksilitol içeren sakızlar ağız sağlığına yararlı etkilerinden dolayı yaygın olarak kullanılmaktadır. Ksilitollü sakızların öğünler arasında düzenli olarak çiğnenmesinin antikaryojenik etkisi olduğu ve diş plağı oluşumunu ve dişeti iltihabını azalttığı gösterilmiştir. Ksilitol veya ksilitol/sorbitol içeren sakızların diş plağının asidojenik potansiyelini ve plak oluşumunu azaltma özelliğini test eden bir araştırmada, ksilitol veya ksiltol/sorbitol içeren sakızların dişler üzerindeki mikrobiyal birikime bir etkileri olmadığı bulunmuştur. Yapılan diğer bir çalışma da benzer bir sonuç bulmuştur.



<<<<<< Sakız İçinde Kullanılan Periodontal Sağlıkla İlişkili Diğer Ajanlar <<<<<<<

Sakızların içine eklenen enzim, abraziv ve divalent metal iyonlar gibi maddelerin ve ayrıca alternatif tıpta kullanılan bazı bitkilerin antiplak ve antimikrobiyal aktiviteyi geliştirebileceği birçok çalışmada gösterilmiştir. 

<<<<<<<<<<<<<< Sonuç  <<<<<<<<<<<<<<<<

Sakız çiğnemek ağız boşluğundaki temizleme işlemini artırmada önemli rol oynayabilmektedir. Ayrıca sakızın farklı terapötik ajanların ağız boşluğuna iletiminde iyi bir araç olabileceği düşünülmektedir. Günlük rutin ağız bakımı işlemlerine ek olarak antiplak ve antimikrobiyal ajanları içeren sakızların kullanılması, gingivitis oluşumunu önlemede yardımcı olarak kullanılabilir.

Özellikle ağız enfeksiyon riski yüksek hastalar için (örn: hastanede yatan, ağız kuruluğu olan, özürlüler vs.) diş ve dişeti ile ilişkili terapötik ajan içeren sakızlar ağız bakımının sağlanmasında destekleyici rol oynayabilir. Bunun dışında antiplak ajan içeren sakızların, uzun süre kimyasal plak kontrolü sağlanması gereken durumlarda gargaralara alternatif olarak kullanılması uygun olabilir. Fakat bu amaçla üretilen sakızların içindeki periodontal sağlığı koruyucu maddelerin etkili olabilmeleri için sakız içinde bulunması gereken miktarı ve kullanma işlemleri hakkında yeterli çalışma bulunmamaktadır. Bu nedenle klinik olarak etkili doz, tüketme sıklığı ve kullanma süresi ile ilgili uzun dönem randomize klinik çalışmaların yapılması gerekmektedir.


KAYNAK 

Ercan N., Erdemir H., Sakızların Periodontal Sağlığa Etkisi İle İlgili Literatür Taraması. Kırıkkale Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi, Periodontoloji Anabilim Dalı 2012

Monosodyum Glutamatın Sağlık Üzerine Etkisi

Monosodyum Glutamat Nedir

Monosodyum glutamat (E 621), et ve ürünlerinde daha çok bulunan aminoasitlerden biri olan 
glutamik asitin sodyum tuzudur.
4 temel tat olan tatlı, tuzlu, ekşi ve acı dışında gıdaya 5. temel tat olan umami aromasını 
vererek ürünün lezzet özelliklerini güçlendirmekte insanlarda daha sık yeme isteğini 
uyandırmaktadır.

Gıda Katkı Maddesi Tanımı ve Sağlık Üzerine Etkisi 

Gıda katkı maddeleri gıdaların mikrobiyolojik bozulmalarını engellemek, dayanıklılığını ve raf 
ömrünü uzatmak, besleyici değerini artırmak ve korumak, renk, görünüş, lezzet, koku gibi 
duyusal özellikleri düzeltmek gibi birçok amaçla kullanılmaktadır.
Gıda katkı maddelerindeki olumsuzluklar, katılmasına izin verilen katkı maddesinin mevzuata 
uygun olarak kullanılmaması, düzenli bir şekilde kontrol edilmemesi, üretici bilincinin 
oluşmaması ve risk değerlendirilmelerinin yapılmaması sonucu gıda katkı maddeleri 
vücudumuz için zararlı hale gelip sağlığımızı bozmaktadır.

Monosodyum Glutamatın Sağlık Üzerine Etkisi

Monosodyum glutamat beyni uyararak lezzet algısını artırıcı bir etki göstermektedir ve iştah 
artışına sebep olmaktadır. Mono sodyum glutamatın vücuda alımı ile baş ağrısı, solunum 
bozukluğu, astım, hipertansiyon ve nefes darlığı gibi rahatsızlıkların oluşmasına sebep 
olmaktadır.

Monosodyum Glutamat Ve Astım İlişkisi

Astım uyaranların çeşitli havayolu inflamasyonu, geri dönüşümlü solunum yolu tıkanıklığı, 
öksürük spazmlar ve artmış hava yolu aşırı duyarlılığı ile karakterize kronik bir solunum 
hastalığıdır.
Monosodyum glutamat (MSG) ve astım arasındaki olası ilişki ilk 1981 yılında Allen ve Baker 
tarafından araştırılmıştır. Bir çalışmada yemeklerinde MSG kullanan çin lokantasında yemek 
yiyen iki sağlıklı yetişkin  bireylerin yemek yedikten 12 saat sonra ikisinde’de astım ataklarının 
başladığı belirtilmiştir.
Schwartzstein ve ark. yaptığı bir çalışmaya göre  12 hastaya ağız yoluyla 1,5 g monosodyum 
glutamat verilmiş. Verildikten 4 saat sonra hastalarda bronkospazm (Bronş ve bronşçukların 
kasılması) geliştiği gözlenmiştir
Bazı hastalarda migren ataklarına sebep olan etkenler vardır bunlardan biride monosodyum 
glutamattır.

Monosodyum Glutamat Ve Tansiyon İlişkisi

Yeni doğan bebekler üzerinde yapılan bir çalışmada bebeklerin mamalarına Monosodyum 
glutamat katılması bebeklerde hipertansiyon riskini artırmaktadır.
Monosodyum içeren yiyecekler ile beslenen ratlar da tansiyonun stabil olmadığı gözlenmiş ve 
buna bağlı olarak ratlar da migren atakları oluşmaktadır.
Ratlar üzerinde yapılan bir çalışmada yeni doğan erkek ratlara 4 mg/kg monosodyum glutamat 
verilmiş ve 90 gün sonra ratların arter basıncında artış olduğu gözlenmiştir.

Monosodyum Glutamat Ve Obezite ilişkisi

Obezite başta kalp hastalığı ve inme, hipertansiyon, diyabet gibi birçok hastalığa yakalanma 
riskini artırıyor.
MSG merkezi sinir sistemi üzerine etkisi  yüksek bir gıda katkı maddesidir. MSG nöronları 
uyararak iştahı artırarak daha fazla yemek yemeğe isteği oluşturmaktadır.
MSG’nin hormonlarımız üzerinde etkisi net bir şekilde biliniyor leptin hormonunu inhibe 
ederek tokluk mekanizmamızı bozan monosodyum glutamat bizi daha fazla yemek yemeye 
sevk etmektedir. Bu durumun olumsuz sonucu ise obezitedir.
Ratlarda yapılan bir çalışmada on altı haftalık olan ratlara oral yoldan verilen monosodyum 
glutamat sonrası ratların vücutlarında yağ birikimi, hiperglisemi ve insülin direncinin geliştiği 
rapor edilmiştir. Monosodyum glutamatın Obezite / insülin direnci rahatsızlıkları üzerine 
vasküler fonksiyonu bozucu bir etkisi olduğu rapor edilmiştir.

Monosodyum Glutamat ve Uyku Bozukluğu Arasındaki İlişki

Uyku bozukluğu (SDB) solunum obstrüktif uyku apnesi (OSA), santral uyku apnesi ve 
periyodik solunum, uyku sırasında meydana gelen anormallikleri, nefes alma sıkıntısı gibi bir 
dizi sorunları kapsar.
Normal vücut ağırlığında sahip olup monosodyum glutamat alanlar ile şişman olup 
monosodyum glutamat alan bireyler arasında önemli farklılıklar tespit edilmiştir. Şişman 
bireylerin monosodyum glutamat alması sonucu horlama ve uykuda solunum bozukluğu gibi 
rahatsızlıklara yakalanma riski daha yüksek olduğu saptanmıştır.
Çin’de yapılan bir araştırmada çin lokantalarında kullanılan monosodyum glutamatın erkek ve 
bayanlarda gece uykuya dalamama ve uyku sırasında nefes darlığı geliştiği gözlenmiştir. Uyku 
bozukluğuna sebebiyet veren MSG dozunun bir etkisi olmadığı rapor edilmiştir.

Monosodyum Glutamatın Karaciğer Ve Böbrek İle İlişkisi

Yapılan araştırmalara göre farelere günlük ‘lık bir dozda verilen monosodyum glutamat 
karaciğer ve böbrek için toksik etki yaratmaktadır.                                               
Ratlara 4 mg/kg monosodyum glutamat verildikten 15 dakika sonrası biyokimyasal analize 
bakıldığında ALT ve AST’nin yüksek seviyelerde olduğu saptanmıştır.
Ratlar üzerinde yapılan başka bir çalışmada monosodyum glutamatın ratlarda karaciğer 
yağlanmasına sebebiyet verdiği ve karaciğer kanseri riskini artırdığı gözlenmiştir.
Ratlara verilen  monosodyum glutamat  ratlarda böbrek hasarına sebep olduğu ve glomerüler 
filtrasyon hızında düşüş gerçekleştiği rapor edilmiştir.

Monosodyum Glutamatın Güvenli Alım Düzeyinin Değerlendirilmesi

Monosodyum glutamata hassasiyet kişiden kişiye değişmektedir. Bu konuda yapılan bilimsel 
araştırmalara MSG’a olumsuz reaksiyon gösterenlerin oranı  %2-25 arasındadır.
Günlük tüketilmesi önerilen monosodyum glutamat miktarı (ADI) 0,15 g/kg olarak 
saptanmıştır.Yapılan çarpıcı bir araştırma ise bebeklerin mamalarına katılan %0,5 oranında 
monosodyum  glutamat bebeklerin mamalarını daha severek yediği saptanmıştır.
Bu konuda yapılan çalışmalar sonucu on iki haftadan küçük bebeklerin mamalarında 
monosodyum glutamat kullanımı önerilmemektedir.

KANSER VE FİTOTERAPİ

KANSER

Kanser; oluşum nedeni çok olan, ciddi rahatsızlığın adıdır. Alkol ve sigara kullanımı, çevre kirliliği, çeşitli enfeksiyonlar, ilaçlar, genetik yatkınlık ve beslenme alışkanlıkları hastalığın nedenleri arasındadır.
Kanserde Alternatif Tedaviler
Tamamlayıcı ve alternatif tedavi (TAT) henüz konvansiyonel tıbbın bir parçası olarak kabul edilmeyen sağlık bakım sistemleri, ürünleri ve uygulamalarıdır. Birçok kanser hastası konvansiyonel tedavilerle birlikte, tedavi olma/sağlama, tedaviye destek olma, kanserin tekrarlamasını önleme, konvansiyonel tedaviler yerine kullanma ve son bir çare olarak TAT kullanmaktadır.
  • NCCAM(Ulusal Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Merkezi);
  • Tamamlayıcı ve alternatif tedavileri 5 başlıkta toplamıştır.
1- Alternatif ve medikal sistemler (homeopati, naturopati, geleneksel Çin tıbbı ve ayurveda gibi kültürel kökenli sistemler)
2- Beden Zihin müdahaleleri (müzik terapi, spiritual iyileşme, psikolojik görüşmeler, dua)
3- Biyolojik temelli tedaviler -Fitoterapi- ( Bitkiler, diyet destek ürünleri, tıbbi bitki çayları ya da hayvan parçaları-köpek balığı kıkırdağı gibi-)
4- Manipülatif ve beden temelli tedaviler (masaj, kiropratik manipülasyon, osteopati)
5- Enerji tedavileri (reiki, qigong, elektromagnetik terapiler)
  • Fitoterapi
Kanser tedavisinde temel amaç kanser semptomlarının tümüyle yok edilmesi, tam başarılı tedavi, hastanın beklenen yaşam süresini kansere ilişkin semptomlardan kurtulmuş olarak sürdürmesi, semptomların azaltılması, yaşam süresinin bir miktar uzatılması ve daha kaliteli bir yaşam sürmesidir.
Günümüzde kullanılan ilaçların ¼’ ü bitkisel kökenlidir. Bunların birçoğunda elde edilmek istenilen etken madde, laboratuvar ortamında kopya edilmektedir. Dünya’ da uzun yıllardır bitkisel ilaçlara yönelik harcamaların artmış olması, Dünya Sağlık Örgütü’ nün insanların %80’ inin doğal tedaviye inandığını açıklaması bu popülaritenin iyi bir göstergesidir.
Halen bitkisel ilaçlara gönül veren birçok hasta bitkisel ilacını, aktardan aldığı bitkiden ya da bitki parçalarından kendi mutfağında hazırlar ve genelde doktora ya da başka bir uzmana danışmadan kullanır. Bitkisel ürünler genellikle;
  1.  meme kanseri (%12)
  2.  K.C hastalıkları (%21)
  3.  HIV (% 22)
  4. Astım (%24)
ANCAK  ; Doğal olan her zaman güvenli olan demek değildir. Pek çok bitki yüksek derecede toksiktir ve diğer tamamlayıcı tedavi yöntemleri içinde fitoterapi yan etki ve toksisite yönünden çok daha fazla risk taşır. Bitkisel ürün kullanımından kaynaklanan çok tehlikeli ve öldürücü yan etkiler rapor edilmiştir.
Kurkumin (ZERDAÇAL)
Curcumin’in bazı tip kanser hücrelerinin ölüm hızını arttırdığı ve tümör hücrelerinin bölünmesini durdurduğu bilinmektedir. Curcumin antikanser bir ajan olarak, deri, meme bezleri, oral kavite, özafagus, mide, bağırsak, kolon, akciğer ve karaciğerde tümorogenezi baskıladığı çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir. Ayrıca curcuminin radyoterapinin etkisini arttırarak tedaviden daha hızlı sonuç alınmasını sağladığı gösterilmiştir.
Curcumin aktivitesinin ilginç yönü, hem normal hücreler üzerine radyoprotektif (radyasyondan koruyucu) etki göstermesi hem de kanserli hücreleri radyasyona daha duyarlı hale getirmesidir.
Cheng ve ark. (2011) tarafından yapılan 25 hastanın katıldığı çalışmada, 8000 mg/gün doza kadar tedaviye bağlı toksisite görülmemiştir. Kısa süre önce çıkarılmış mesane kanserli 2 hastanın 1’ inde prekanseröz lezyonlarda histolojik iyileşme görülmüştür.Bu çalışmanın sonuçları; curcuminin 8000 mg/gün’ e kadar 3 ay oral yoldan alımın insanlarda toksik olmadığını, aynı zamanda kanser kemoprevensiyonunda curcuminin biyolojik etkilerinin olabileceğini ileri sürmektedir.
Uyarılar:
Zerdeçalın siklofosfamid, doksorubin, mekloretamin ve irinotecan isimli ilaçların meme kanseri hücrelerini öldürücü etkisini bozduğunun gösterilmesi nedeni ile bu ilaçları alan hastaların kullanmaması gereklidir.
Pıhtılaşmayı azaltan ilaçların etkisini arttırarak kanamaya neden olabilir.
ZENCEFİL
Molassiotis’ in (2005) çalışmasında, kemoterapi alan hastaların bulantı kusmaya yönelik kullandığı farmakolojik ve non farmokolojik yöntemler incelenmiştir. Çalışmada hekimlerin %38,3 oranında hastalarına zencefili önerdikleri belirtilmiştir. Kemik sarkoması, jinekolojik kanserler, hematolojik kanserler ve meme kanseri tedavisinde, kemoterapiye bağlı bulantı ve kusmaların önlenmesinde zencefilin etkisi olduğu belirtilmektedir.
Kanser üzerine yapılan çalışmalarda ise; akciğer, kalınbağırsak, malign melonom, meme, mide, karaciğer, pankreas, yumurtalık kanseri ile lösemi ve lenfoma hücrelerini öldürdüğü gösterilmiştir. Yumurtalık kanseri hücreleri ile ilgili yapılan bir çalışmada da zencefilin içinde bulunan çeşitli maddelerin kanser hücrelerini öldürdüğü, damarlanmayı azalttığı, ilaç direnci ve tümörün çoğalmasıyla ilişkili olan faktörleri baskıladığı gösterilmiştir.
Yapılan erken faz çalışmada sağlıklı insanlarda oral yolla 100 mg- 2 gram dozlarında zencefil verilmesi ile kanda zencefil bileşenleri saptanmıştır.
Bu nedenle doz aşımı ile   ilgili çalışmalar devam  etmektedir.
Uyarılar:
  • Zencefilin en sık görülen yan etkileri mide yanması ve dermatittir.
  • Aşırı miktarda alınırsa merkezi sinir sistemini baskılayabilir ve kalpte ritim bozukluğuna neden olabilir.
  • Pıhtılaşmayı azalttığından, pıhtılaşmayı azaltan ilaçlarla birlikte kullanımı kanamaya neden olabilir.
Urtica Dioica (Isırgan Otu)
Isırgan tohumları balla karıştırılarak, yaprakları çay şeklinde demlenerek veya yemek gibi pişirilerek kullanılmaktadır.
Başaran ve ark.(2007) ısırgan otu ve tohumlarının nötrofillerin intrasellüler ölümüne neden olduğunu belirtmiştir. Isırgan otu bazı farmakolojik ajanlar ile yan etki, allerjik reaksiyon, aşırı doz ve zehirlenmeye neden olabilmektedir.
Kanser tedavisi (radyoterapi ve kemoterapi) ile birlikte kullanım çalışmaları, kanser hücrelerini öldürücü ön çalışma sonuçları olmadığı için yapılmamıştır. Bu konuda yapılan bir çalışmada kanser hücrelerini öldürmediği gözlemlenmiş ve doğrudan kanser tedavi edici özelliği bulunmamıştır.
Prostat kanseri hücreleri üzerine öldürücü etkisinin olduğunu gösteren çalışmalar bulunması nedeni ile bu kanserde araştırılması düşünülmektedir. Prostat bezi büyümelerinde bazı bitkiler ile birlikte kullanıldığında tıbbi tedaviye eşdeğer etkinlikte olduğu ve yan etkisinin tıbbi tedaviden daha az olduğu saptanmıştır.
Uyarılar:
  • Isırgan otunun bazı hastalarda karaciğer testlerini bozabileceği, bazı hastalarda da şiddetli alerjik reaksiyona neden olabileceği akılda tutulmalıdır.
  • Alerjik bünyesi olanların ve karaciğer fonksiyon testleri bozuk olanların kullanıma dikkat etmeleri mümkünse kullanmamaları önerilmektedir.
Allium Sativum (Sarımsak)
  • Sarımsağın, birçok ülke de sakinleştirici, antibiyotik, kadın hastalıkları, deri hastalıkları tedavisi, ağrı kesici, solunum ve sindirim sistemi rahatsızlıklarında, afrodizyak, kalp damar hastalıkları ve anti kanserojen özelliğinden dolayı günlük beslenme programlarında yer almasının önemi ve gerekliliği son yıllarda çok daha fazla vurgulanmaktadır.
  • İçinde bol miktarda ‘alil sülfür’ bileşeni başta olmak üzere birçok antikanser maddeyi içermektedir.
  • Kansere neden olan kimyasal maddelerin (karsinojenler) üretimini azaltır ve vücudun DNA olarak isimlendirilen hücresel yapıtaşının tamir edilmesini kolaylaştırır.
  • Bağışıklık hücrelerinin tümör hücrelerini öldürücü etkisini uyarmaktadır.
  • Özellikle mide, prostat ve kalın bağırsak kanserlerine karşı koruyucu etkisi saptanmıştır.
  • Meme kanseri ile ilgili yeni yapılan çalışmalarda sarımsakta bulunan maddelerin meme kanseri hücrelerini öldürdüğü ve başka organlara sıçramasını azalttığı gösterilmiştir. Bu sonuçlar umut vericidir.
  • Aktif bileşenlerinden biri olan ajoen, platelet agregasyonunu geri dönüşsüz olarak inhibe etmekte ve diğer platelet inhibitörlerinin etkilerini arttırmaktadır. Bundan dolayı en ciddi yan etkisi artmış kanamadır. Vücuttan atılma süresi 10-30 saati bulsa da ameliyattan en az 2-3 gün önce alımı durdurulmalıdır.
  • Çiğ sarımsak günde 2-5 gram, kurutulmuş toz sarımsak günde 0,4-1,2 gram, sarımsak yağı günde 2-5 mg, sarımsak ekstraktı günde 300-1000 mg dozunda tüketilmesi önerilir.
Uyarılar:
  • Baş ağrısı, yorgunluk, kötü nefes kokusu, bulantı, mide ve bağırsak sistemi yakınmaları, ishal, bağırsak florası değişikliği, tansiyon düşüklüğü ve pıhtılaşmayı bozan ilaçların etkisini arttırıp kanamaya neden olabilmektedir.
  • Şeker hastalarında şeker düşüklüğüne mutlaka dikkat edilmelidir.
  • Cilde uygulandığında temas dermatiti olarak isimlendirilen alerjik reaksiyona neden olabilir.
BAL
  • Balın kanserde dahil olmak üzere bir çok hastalıkta enerji ve şifa kaynağı olarak kullanıldığı bildirilmiştir.
  • Samarghandian ve ark. (2011) balın prostat kanser hücreleri üzerinde çoğalmayı önleyici etki gösterdiğini ve bu etkinin balın krisin içeriğiyle ilişkili olabileceğini rapor etmişlerdir.
  • Balın renal hücre kanserlerinde de apoptozisi tetiklediği ve bu nedenle balın böbrek kanseri tedavilerinde gelecek vaat eden bir kemoterapik ajan olarak değerlendirilebileceği bildirilmiştir.
  • Son zamanlarda yapılan bir araştırmadan elde edilen bulgular tüm dikkatlerin bir anda balın üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Laparoskopi aletiyle karından girilerek yapılan kolon kanseri tedavisi sırasında, aletin kullanıldığı karın bölgesinde meydana gelen ensizyon çevresinde genellikle tümörler oluşmaktadır.
  • Hamzaoğlu ve ark.(2000) bu bölgeye bal uygulanmasının etkisini incelemek üzere 60 fareye tümör hücreleri enjekte etmişlerdir. Bunlardan 30’ unun ensizyon bölgesine bal uygulanmış, 30’ una uygulanmamıştır. Sonuçta ameliyat için açılan ensizyon kanalı çevresine bal sürülmeyen 30 farede tümörler oluştuğu halde ensizyon kanalı çevresine bal sürülen 30 fareden sadece 8’ inde tümör oluşmuştur.
  • Kolon kanseri üzerinde çalışan bilim adamları balın içinde bulunan bir maddenin kanser hücrelerinin yok olmasına neden olabileceğini belirtmişlerdir (Özmen ve Alkın, 2006). Swellam ve ark. (2003), mesane kanserinde balın antitümör ve antimetastatik özellik gösterdiğini bildirmektedirler.

SONUÇ

Kanser tedavisinin sadece fitoterapi ile yapılması hiçbir uzman tarafından kabul edilmemektedir. Yapılmış ve yayınlanmış tüm çalışmalar fitoterapötik ürünlerin, kemoterapi, radyoterapi gibi konvansiyonel tedavilerin yanında kullanıldığını belirtilmiştir.
Hastalarının çoğunluğunun TAT yöntemlerini hastalığa karşı her şeyi yapmak, kanser tedavisi için ve faydasına inandıkları için kullandıkları belirlenmiştir. Hastaların büyük çoğunluğunun aile, arkadaş ya da klinikteki başka bir hastanın önerisiyle bu yöntemlere başvurdukları ve çoğunun bu yöntemleri kanser tanısından sonra tıbbi tedavileri süresince kullandıkları belirlenmiştir.
Çalışmalarda TAT kullanan hasta ve/ veya yakınlarının çoğunun doktor/ hemşireye bilgi vermediği belirtilmiştir. Bu çalışmalarda hasta ve yakınlarının sağlık personeline bilgi vermemeleri ya da sormama nedeninin olumsuz tepki alacakları endişesi olabileceği belirtilmektedir.

Gıdalarda Akrilamid'in Oluşma Nedeni ve Zararları Nelerdir

Akrilamid Nedir 
Akrilamid, kızartma veya pişirme gibi yüksek ısıl işlem görmüş gıdalarda kendiliğinden oluşan kimyasal bir maddedir.
Akrilamidin Sağlık Üzerine Etkileri                                                     
 Akrilamidin sağlık üzerine etkileri toksikolojik ve karsinojenik olarak ayrılmaktadır. Akrilamid organizmaya alındıktan sonra hemoglobinle reaksiyona girmektedir. Bunun sonucunda akrilamidin, hemoglobine bağlanarak oluşturduğu bileşik N-(2-carbamoylethyl) Valine (CEV) olarak adlandırılmaktadır. Deney hayvanları üzerinde yapılan çalışmalara göre; akrilamid, farklı organlarda (tiroid, adrenal bez, tunika vaginalis) benign ve malign tümörlere yol açabilmektedir. Ayrıca akrilamidin, kontamine sulara ve gıdalara maruz kalan insanlarda uzun süreli alımlarda; hafif vakalarda bulantı, kusma, baş dönmesi, terleme, uyuşukluk, kol ve bacaklarda halsizlik ve karıncalanma gibi belirtilere neden olduğu, daha şiddetli vakalarda ise konuşma güçlüğü, halüsinasyonlar, kol-bacak eklemlerinde anormal şişliklere, göz mukozasında tahriş, kas zayıflığı ve üriner sistem bozukluklarına yol açabileceği belirtilmiştir.
Akrilamidin Gıdalarda Bulunuşu ; Gıdaların doğal yapılarında bulunmayan akrilamid, karbonhidrat ve protein içerikli gıdaların yüksek sıcaklıklarda  (120°C) pişirilmesi sonucu oluşan vücudumuz için zararlı bir bileşiktir. Asparjin, akrilamid oluşumunda önemli bir rol oynamaktadır. Asparjinin, şekerlerle etkileşim göstererek Maillard reaksiyonu sonucunda gıdalarda renk, lezzet ve aromanın oluşumunu sağladığı için akrilamid oluşum mekanizmasında belirgin bir rolünün bulunduğu bildirilmiştir. Meyve ve sebzelerin çiğ veya haşlanarak tüketildiği zaman akrilamid açısından herhangi bir sağlık riski taşımadığı bildirilmiştir. Akrilamid, çiğ kırmızı et, balık ve tavuk etinde bulunmamaktadır. Fakat fırınlama, kızartma ve ızgara yapılmış etlerde akrilamid oluştuğu bildirilmektedir. Gıdalarda yapılan akrilamid taramalarında, patatesin kızartılması sonucu patateste çok yüksek miktarda (3600µg/kg) akrilamid tespit edilmiştir.
Öneriler
Akrilamid oluşumunu engellemek için gıdalar çok uzun süre ve yüksek sıcaklıklarda pişirilmemelidir. Bununla beraber özellikle et ve et ürünlerinin yüksek ısı işlemine maruz bırakılmaları önlenmelidir. Akrilamidin insan sağlığına olan zararlı etkilerini önlemek için risk kaynaklarının azaltılması, gıdaların aşırı pişirilmesinden kaçınılması, sağlıklı gıda seçimi ve gıdalardaki seviyesinin azaltılmaya çalışılması gerekmektedir. Patates kızartması gibi yüksek ısı işlemi sonucunda akrilamid oluşan, karbonhidrat ve protein bakımından zengin gıdaları mümkün olduğunca tüketmekten kaçınılmalıdır. İnsanların gıda tüketimlerinde haşlanmış ürünleri, taze meyve ve sebzeleri tercih etmeleri gerekmektedir
Kaynak:Karagöz, Alper. "Akrilamid ve Gıdalarda Bulunuşu." TAF Preventive Medicine Bulletin 8.2 (2009).

Çocukluk Çağı Demir Eksikliği Anemisinin Nedenleri ve Beslenme Önerileri

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre anemi özellikle gebelerde ve çocuklarda mortalite ve morbidite artışına yol açan yaygın bir halk sağlığı sorunudur. Dünya genelinde anemi prevalansı; okul öncesi çocuklarda %47.4, gebe kadınlarda %41.8, gebe olmayan kadınlarda ise %30.2’dir.  Özellikle 0-2 yaş arasındaki bebeklerin inek sütü tüketimlerinin fazla olması ve tamamlayıcı besinlere başlama döneminde demirden zengin yumurta, et, pekmez ve kuru baklagillerin geç başlanması veya hiç verilmemesi demir eksikliğine neden olmaktadır.
Bir diğer hızlı büyüme dönemi olan adolesan döneminde de demir ihtiyacı oldukça fazladır. Bu yaş grubunda da demir eksikliğinin sık olduğu unutulmamalıdır. İnek sütü içinde bulunan demirin yaklaşık %10’u, anne sütündeki demirin ise %50’si emilebilmektedir. Anne sütü ile birlikte verilen ek besinler anne sütü içindeki demirin emilimini azaltır. Anne sütü ile beslenen bebeklere ek besin başlanacak olursa, anne sütü ve ek besinler ayrı öğünler şeklinde verilmelidir. Proteinden zengin besinler özellikle dana eti, koyun eti ve tavuk eti hem demirinden zengin besinlerdir. Etlerden başka iyi pişmiş olan kuru baklagiller, soya fasulyesi, yumurta, kuru meyveler (özellikle kuru üzüm, kuru kayısı), pekmez, yeşil sebzeler (ıspanak), fındık, fıstık, susam, tahin gibi yiyecekler demirden zengindir. Bazı besinler ise demir içermezler, fakat demir emilimini arttırırlar. Bu besinlere örnek; askorbik asit içeriği yüksek olan meyve sularıdır.
             
Diyetteki demirin emilimini arttıran besin maddeleri
  • Diyette askorbik asitin bulunması non-hem demirin emilimini artırır. Askorbik asit mideden duodenuma besinler geçtikçe demirin çözülebilir şekilde kalmasını sağlamaktadır. Özellikle ferik şekildeki demir asit ortamda çözülebilmektedir. Askorbik asit demirin emilimini ancak onunla birlikte tüketildiğinde artırabilmektedir. Yemekle alınan 500 mg askorbik asit demirin emilimini altı kat artırdığı halde, yemekten 4-8 saat önce alınan askorbik asit ise çok az etkili olmaktadır.
  • Bazı fermente besinler, diyetteki fitat miktarını azalttığı için demir emilimini arttırır. Örneğin mayalı ekmek demirin emilimini artırdığı için tüketilmelidir. Mayasız ekmek olarak bilinen yufka veya lavaş ekmeği demir emilimini azaltır. Pirinç ağırlıklı yemekte bulunan hem olmayan demirin emilimi sitrik asit, malik asit ve tartarik asit ile 2-4 kat artmaktadır. Fermente biralarda bulunan laktik asit, lahana turşusu ve soya fasülyesinden yapılan fermente ürünler de demir emilimini arttırır.
  • Bazı besinler ise demir içermezler, fakat demir emilimini arttırırlar. Bu besinlere örnek; askorbik asit içeriği yüksek olan meyve sularıdır. C vitamini demir emilimini artırdığı için demirden zengin olan besinlerle C vitamini birlikte tüketilmelidir.                                                                                                                                             Diyetteki demirin emilimini azaltan besin maddeleri
  • Besinlerde az olarak bulunsa bile fitatlar demirin emilimini etkilemektedir. Fitatların demirin emilimini olumsuz etkilemesindeki mekanizma tam olarak bilinmemektedir Kepekte çok az miktarda bulunan monoferrik fitat emilimi olumsuz etkilememektedir. Ancak sindirim sisteminde oluşan diferrik ve tetraferrik fitat kompleksleri demir emilimini engellemektedir. Kepekli tahıllar, tahıllar, unlar, çerezler ve iyi pişirilmemiş kuru baklagiller fitat kaynaklarıdır.
  • Demir-bağlayıcı fenolik bileşikler (taninler) çay, kahve, kakao, bitkisel çaylar, meşrubatlar, çeşitli baharatlar (örneğin güvey otu) ve bazı sebzelerde bulunur.
Sonuç olarak anne sütü yerine mama kullanılacak ise demirden zenginleştirilmiş mamaların kullanılmasının demir eksikliğini önleyici en önemli etken olacağı unutulmamalıdır. Demirle zenginleştirilmiş mamalarda bulunması gereken demir miktarı yaklaşık 12 mg/L’dır. Diyette ana protein kaynağı olarak et, tavuk eti, balık eti veya sakatat bulunmalı ve erken aylarda bu gıdalara başlanmalıdır. Diyetteki hem demir oranının arttırılması önemlidir. Hayvansal ve bitkisel kaynaklı normal bir beslenmeyle alınan demirin % 10’ u emilebilmektedir. Et ve benzeri yiyeceklerin satın alınamadığı zaman yumurta, kurubaklagiller, kuru meyveler, pekmez, tahin ve yeşil sebzeler daha çok diyette yer almalıdır. Ağırlıklı olarak hayvansal kaynaklı besinler tüketildiğinde günlük alınan demirin %15-30’u emilebilmektedir. Ülkemizde demir yetmezliği anemisinin çok fazla görülmesinin nedenlerinin başında et tüketiminin az olması ve ete alternatif olan yiyeceklerin tüketilmemesi gelmektedir.[/button]
Kaynak : Yurdakök, Kadriye, and Osman Tolga İnce. "Çocuklarda demir eksikliği anemisini önleme yaklaşımları." Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi 52.4 (2009) 

16 Haziran 2016 Perşembe

Glisemik İndeksin Kronik Hastalıklara İlişkisi

Glisemik İndeks Ve Kronik Hastalıklar
Glisemik indeks (GI), farklı yiyeceklerdeki aynı miktarda karbonhidratların farklı kan glikoz yanıtı oluşturmasına dayanır.
Glisemik indeks, 50 g sindirilebilir karbonhidrat içeren test edilen besin tüketildikten sonra 2 saat boyunca (diyabetli kişilerde 3 saat boyunca) oluşturduğu kan glikoz artış alanı, aynı miktarda karbonhidrat içeren referans besinin oluşturduğu artış alanı yüzdesi olarak hesaplanır.
Bazı epidemiyolojik çalışmalar ve araştırmalar diyabet, kalp-damar hastalıkları ve şişmanlık gibi kronik hastalık risklerinde düşük GI’in olumlu etkileri olduğunu göstermiştir. GI değeri düşük olan yiyecekler kan şekerinin daha yavaş yükselmesine neden olmaktadır. Özellikle diyabetli hastaların diyetlerinde düşük GI’li besinlerin kullanılması önemli ölçüde yarar sağlayacaktır.
Düşük GI’li diyetin yararları şöyle sıralanabilir:
  • Glisemi kontrolünü iyileştirir,
  • insülin duyarlılığını iyileştirir,
  • Kalp-damar hastalık riskini azaltır,
  • Tip 2 diyabet riskini azaltır,
  • Vücut ağırlığı üzerinde olumlu etkileri vardır,
  • Enerji alımında ve deposunda azalma sağlar. 
Diyabet ve Glisemik indeks                                                                                      Yüksek glisemik indeksli yiyeceklerin sürekli tüketimi ile 24 saatlik kan glikozu ve insülin seviyelerinin yükseldiği bilinmektedir. Ayrıca diyetin glisemik yükünün yükselmesi hiperglisemi ve hiperinsülinemiye neden olur (Alphan, 2008). GI’i yüksek besinler kan glikoz seviyesinin aşırı yükselmesine neden olarak insülin salınımını artırmaktadır. Bu durum uzun vadede vücudun insüline duyarsızlaşmasına ve tip 2 diyabet gelişmesine yol açabilmektedir.
Kalp - Damar Hastalıkları ve Glisemik indeks   
                                                                                                                         Yüksek posa ve düşük glisemik indeks içeren diyetler, kan lipidlerini azaltır. Bununla birlikte yüksek glisemik indeksli diyetler, HDL-kolesterol metabolizmasını değiştirir ve kan HDL kolesterol düzeyini düşürür (Mercanlıgil, 2008).
Şişmanlık ve Glisemik indeks     
                                                                                                                                  Yıllarca diyet rehberlerinde kilo vermek için düşük yağlı, yüksek karbonhidratlı diyet önerilmiştir. Ancak az yağ alımı önerileri şişmanlıkta ki artışı engelleyememiştir. Düşük GI ve yüksek protein içeren alternatif diyetlerle, diyetin glisemik yükü ve insülin talebi azaltılarak yağ oksidasyonu geliştirilebileceği bildirilmiştir (McMillan-Price ve ark., 2004).
Glisemik indeks ve glisemik yükün sağlığı koruyucu, hastalık semptomlarını azaltıcı ve kronik hastalıkların ilerlemesinde önleyici etkisinin olduğu görülmektedir. Ancak, bazı araştırma sonuçları bu etkiyi desteklememektedir. Bu durum, GI’in sağlık üzerindeki etkisi hakkında yeni araştırmalara ihtiyaç olduğunu göstermektedir.

İnülin ve Oligofruktozların Sağlık Üzerine Etkileri

İnülin ve Oligofruktozun Sağlıkla İlişkisi 

İnülin ve oligofruktozun sağlık üzerine en önemli etkisi ince bağırsaklarda bifidobakterilerin gelişmesini uyarmalarıdır. Kalın bağırsakta 400’den fazla çeşit bakteri vardır, bu bakterilerden bazıları kanser gibi birçok hastalığa zemin hazırlarken, Lactobacilli ve Bifidobakteri gibi bakteriler sağlığı olumlu yönde etkilemektedir. 
İnülin veya oligofruktoz tarafından salınımları artan Bifidobakteri, zararlı bakterilerin üremesini engellerken, bağışıklık sistemiyle ilgili fonksiyonların uyarılmasını, B grubu vitaminlerinin sentezini ve bazı minerallerin emiliminin artmasını sağlar.

Şeker Hastalığı:

Fareler üzerinde yapılan çalışmalarında, inülin ve oligofruktozun kan insülin ve glikoz konsantrasyonlarını düşürdüğü gösterilmesine rağmen, insanlarda etkisi tam olarak netlik kazanmamıştır.

Lipit Metabolizması:

Oligofruktoz, serum trigliserit düzeyini düşürmektedir. Ratların diyetlerine eklenen 10 gr oligofruktoz, karaciğerde yağ sentezini azaltmıştır. Oligofruktozun yağ yapımını azaltıcı etkileri vardır.

Mineral Emilimi:

Posa genel olarak mineral emilimini azaltan besin öğesi olarak bilinse de, inülin ve oligofruktoz için bu doğru değildir. Diyet posası, fitat içeriği nedeni ile kalsiyum, magnezyum, demir, çinko ve mangan gibi minerallerin emilimini olumsuz yönde etkiler. Hem inülin, hem de oligofruktoz kalsiyum ve magnezyum biyoyararlılığını arttırarak kemik kayıplarını en aza indirir.

Gastrointestinal Sistem:

İnülin ve oligofruktoz, bifidobakterileri arttırarak kalın bağırsak sağlığını olumlu yönde etkilerler. İnülin ve oligofruktozlar, kalın bağırsağa gelince hızla buradaki bakteriler tarafından fermentasyona uğrayarak, kısa zincirli yağ asitleri sentezini artırılar, bu artış, kalın bağırsak kanseri ve hiperkolesterolemi riskini azaltırken, vitamin sentezi ve bağışıklık sistemi uyarır.

Kanser:

İnülin ve oligofruktoz bifidobakteri sentezini arttırarak, kalın bağırsak kanseri riskini azaltmaktadır. Yapılan bir çalışmada ratlarda 1.2 dimetilhidrazin ile kalın bağırsakta kötü huylu tümör oluşturulmuş, daha sonra bir gruba sadece yağsız süt; bir gruba yağsız süt ve bifidobakteri; bir gruba yağsız süt ve oligofruktoz; bir gruba da yağsız süt, bifidobakteri ve oligofruktoz verilerek tümörlerin gelişimi incelenmiştir. Bifidobakteri ve oligofruktoz verilen grupta kötü huylu tümörler diğer gruplara göre, anlamlı şekilde azalmıştır.

SONUÇ ve ÖNERİLER

İnsan sağlığını olumlu yönde etkileyerek koruyucu özelliklerinin yanı sıra birçok kronik hastalığın tedavisinde de kullanılabilen inülin ve oligofruktozlar, önemli fonksiyonel besin bileşenleridir. Kalın bağırsak mikroflorasının dengesini sağlarlar. Bazı minerallerin biyolojik yararlılığını arttırırlar. Dışkı üretimini kontrol ederek, dışkı üretimi, bağırsak hareketleri ve transit zamanı etkileyerek, gastrointestinal sistemi düzenlerler. Bağışıklık sistemini güçlendirirler. Lipit metabolizması ve kan şekerinin düzenlenmesinde etki göstererek metabolik sendrom ve kalp-damar hastalık risklerini azaltırlar. Enerji değerlerinin düşük olması ve kimyasal yapıları nedeniyle hem tatlandırıcı, hem de lipit benzeri maddelerdir.
Bu nedenle ; Besin teknolojisinde ve tıp alanında kullanılmaktadır.Besinlerin içerdikleri inülin ve oligofruktoz miktarlarını gösteren besin bileşim cetvelleri geliştirilmeli,bireylerin, özellikle ülkemiz için inülin ve oligofruktoz tüketimini gösteren ulusal çalışmalar planlanmalıdır.
Özellikle yas ilerlemesine paralel olarak, bifidobakterilerin gelişmesini sağlayan inülin ve oligofruktozları içeren muz, hindiba kökü, enginar, soğan gibi besinlerin fazla miktarda tüketilmesi gerekmektedir. Bu konuda, beslenme uzmanlarına büyük görevler düşmektedir.

KAYNAK

Yabancı N., İnülin ve Oligofruktozların İnsan Sağlığı ve Beslenmesi Üzerine Etkileri, Gazi Üniversitesi, Mesleki Eğitim Fakültesi, Gıda ve Beslenme Eğitimi Ana bilim Dalı, 2010;1-6 Ankara.

Cevizin Sağlık Üzerine Etkisi

Fonksiyonel Bir Gıda Olan Cevizin Sağlık Üzerine Etkisi 
Giriş   
                                                                                                                       Fonksiyonel gıdalar, vücudun temel besin ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde, insan fizyolojisi ve metabolik fonksiyonları üzerinde ek faydalar sağlayan, böylelikle hastalıklardan korunmada ve daha sağlıklı bir yaşama ulaşmada etkinlik gösteren gıdalar veya gıda bileşenleridir.
Ceviz, yüksek oranda yağ ve protein içermektedir besleyici değeri yüksek bir gıdadır.     Ceviz yağının en önemli özelliği ise doymamış yağ asitlerinin yüksek olmasıdır. Ceviz yağında linoleik asidin fazla olması cevizi eşi bulunmaz bir gıda yapmaktadır.             
Son epidemiyolojik çalışmalar, ceviz tüketiminin kardiyovasküler ölümleri azatlığını göstermektedir. Cevizin bu özelliğinin içerdiği polifenollerin antioksidan özelliğinden kaynaklandığı bilinmektedir.
Cevizin İnsan  Sağlığı Üzerindeki Etkileri
  • Cevizin içerdiği vitamin E ve diğer antioksidanların da (fitosterol ve polifenoller) cevizin fonksiyonel gıda olarak kabul görmesinde önemli katkısı vardır.
  • Bu bileşiklerin; kalp damar hastalıklarına, belli kanserlere ve yaşlanmanın olumsuz etkilerine karşı koruyucu rol oynadığı belirtilmektedir.
  • Vitamin E’nin LDL (Low Density Lipoprotein) kolesterol oksidasyonuna karşı koruma sağladığı ve kalp hastalıkları riskini azalttığı bildirilmiştir.
  • Cevizin yüksek miktarda δ- tokoferol (24-46 mg/100g) içerdiği belirtilmektedir.
  • Cevizde, antioksidan özelliği olduğu bilinen, kalp damar sistemi için yararlı etkileri olan melatonin’in varlığı da saptanmıştır.
  • Ceviz polifenollerinin, antioksidan ve bağışıklığı güçlendirici özellik gösterdiği belirtilmiştir. Bunun sonucu olarak, kalp-damar hastalıklarına ve kansere yakalanma riskinin azaldığı klinik çalışmalar ile desteklenmiştir. Cevizde polifenollerin, en fazla meyvenin dışını saran ince kahverengi kabukta yer aldığı bildirilmiştir
  • Cevizde yüksek oranda bulunan, temel amino asitlerden L-arjinin hipertansiyonda özel bir öneme sahiptir. L-arjinin insan vücudunda nitrikoksite dönüşerek, kan damarlarının iç duvarlarını yumuşatmakta ve damarların rahatlamasını sağlamaktadır.
  • Cevizde çoklu doymamış yağ asitlerinden Omega 3 ve Omega 6’nın sırasıyla 9.081 g/100 g ve 38.095 g/100 g oranında bulunduğu belirtilmektedir. Çoklu doymamış yağ asitlerinin kalp-damar hastalıklarını önlemede; antinflamator, antihipertansif olduğu, özellikle kan lipit seviyesini azalttığı, trombosis ve damar tıkanıklığını engellediği bildirilmektedir
Cevizin Kolesterol Üzerine Etkisi
Kolesterol, vücutta bazı hormon (kortizon, seks hormonu), D vitamini ve safra asitlerinin sentezinde kullanılmaktadır. Yüksek kolesterol seviyeleri, kan damarlarının zamanla tıkanıp daralmasına yol açmakta ve bu birikim çok yavaş gerçekleşmektedir. Kan damarları daraldıkça, kalbe giden kanın azaldığı, bu durumun göğüs ağrısına yol açtığı belirtilmektedir. Kalbe giden kanın büyük ölçüde azalması veya tamamen durması sonucunda kalp krizi gerçekleşmektedir.
Ceviz tüketiminin kandaki toplam ve LDL kolesterol ile trigliseritlerde azalma sağladığı, HDL kolesterol ve apolipoprotein düzeyini arttırdığı saptanmıştır. FDA verilerine göre; günlük 42.5 g ceviz tüketimi ile düşük doymuş yağ ve kolesterol diyetlerinin kronik kalp hastalıklarını önleyebileceği belirtilmiştir.
Ceviz tüketimi ile HDL ve LDL oranının belirlendiği bir başka çalışmada ise; ortalama 69 yaşındaki erkek ve kadın tip 2 diyabet hastalarına, 6 ay süre ile 3 farklı diyet uygulandığı belirtilmiştir. Deneme sonunda kalorilerinin %30’nu cevizden alan gruptaki hastaların toplam kolesterollerindeki HDL kolesterol seviyesinin önemli düzeyde arttığı ve LDL seviyesinde %10 azalma olduğu açıklanmıştır. Araştırıcılar; bu etkinin cevizin yağ asidi profilinin yanı sıra içerdiği güçlü antioksidanlar, vitamin E ve ellajik ve gallik asit ile ilişkili olduğu yorumunu yapmışlardır. Yapılan araştırmalar sonucunda Omega 3 yağ asitlerinin; atardamarlardaki kan basıncını düşürerek hipertansiyonu kontrol altı- na aldığı, damar kasılmalarını azalttığı, tümör oluşumunu geciktirdiği, iltihabi hastalıklar, alerjik astım, bağışıklık sistemi ve sinir sisteminde tedavi edici özellikte olduğu bildirilmektedir.

Kaynak: YİĞİT, Aycan, Ümran ERTÜRK, and Mihriban KORUKLUOĞLU. "Fonksiyonel Bir Gıda: Ceviz." Bahçe 34.1 (2005).